Matbaa Yazı, resim veya şekilleri, kağıt, deri, kumaş gibi malzemeler üzerine özel bir surette basarak çıkaran ve birden çok nüsha haline getirilmesini sağlayan makine veya sistem. Baskı makinesi diye de bilinen matbaa, Arapça asıllı bir kelimedir. Basım evi, basım yeri, baskı aleti gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Kitaplar ilk zamanlar elle yazıldıysa da, zamanla daha çok kimsenin faydalanabilmesi için çoğaltma yolları araştırıldı. Taş ve ağaç üzerine oyulan çeşitli damgalar ve kalıpMatbaa Yazı, resim veya şekilleri, kağıt, deri, kumaş gibi malzemeler üzerine özel bir surette basarak çıkaran ve birden çok nüsha haline getirilmesini sağlayan makine veya sistem. Baskı makinesi diye de bilinen matbaa, Arapça asıllı bir kelimedir. Basım evi, basım yeri, baskı aleti gibi anlamlarda kullanılmaktadır.Kitaplar ilk zamanlar elle yazıldıysa da, zamanla daha çok kimsenin faydalanabilmesi için çoğaltma yolları araştırıldı. Taş ve ağaç üzerine oyulan çeşitli damgalar ve kalıplar geliştirildi. Böylece baskı tekniği ve matbaa ortaya çıktı. Eski devirlerden beri bilinen ve kullanılan matbaa bal mumu veya kil üzerine silindir biçimindeki damgalar ve kalıplarla elde edildi. Tahta ve metal kalıplarla oyulmuş tuğlalardan da faydalanıldı. M.S. 2. yüzyılın sonlarında Çinliler tarafından geliştirilen matbaada klasik budist metinler basıldı. Mermer levhalara oyulan yazı ve şekiller üzerine ıslak kağıt basıldı, kağıt üzerine çıkan kabartma yazı ve şekiller mürekkeple boyandı. Böylece tek tek yazmak veya çizmek gibi zorluklar bir kenara bırakılarak aynı yazı ve şekiller pekçok sayıda çoğaltılabildi. Zamanla mermer levhaların yerini ağaç baskı blokları aldı. Ağaç blok üzerine harfler ve şekiller kabartmalar halinde oyuldu. Basım için ağaç blok fırçayla mürekkeplendi. Mürekkepli kısmın üzerine kağıt basılarak yazı ve şekiller kağıt üzerine aktarıldı. Bu usulle Çin ve Japonya'da M.S. 8 ve 9. yüzyılarda çeşitli kutsal metinler basıldı. On birinci yüzyılda Çinli bir bilim adamı olan Sheng, metni meydana getiren harfleri, kil ve tutkalı karıştırıp pişirerek tek tek hazırlama usulünü buldu. Özel hazırlanmış ve pişirilmiş olan harfleri bir demir levhanın üzerine yan yana dizdi. Üzerlerini reçine, mum ve kağıt külüyle sıvadı. Daha sonra levhayı hafif ateşte ısıtarak harflerin katılaşmasını sağladı. Katılaşmış harflerle kaplı levhanın üzerini mürekkepleyerek üzerine kağıdı bastı ve basılmasını istediği metinden istediği kadar nüsha çoğalttı. Basım işlemi bittikten sonra da kalıbı yeniden ısıtarak harfleri tek tek söktü. Bu harfleri sonraki seferlerde tekrar tekrar kullanabilme usulünü geliştirdi. Böylece tipo baskı tekniğinin ilk örneği elde edilmiş oldu.Çinlilerle komşu olan ve münasebette bulunan Türkler de matbaayı kullanmaya başladılar.Türkiye Bilimsel Araştırma Kurumu Tübitak'ın aylık olarak yayınladığı Bilim ve Teknik Dergisinin Ağustos 1993 tarihli 309. sayısında Türklerin M.S. 8. yüzyılda matbaayı bildikleri ve baskı tekniğini kullandıkları şöyle bildiriliyor; “Basım işinin bulunması Çinliler ve Türklere aittir. Berlin-Brandenburg Bilimler Akademisince yapılan araştırmalarda Doğu Türkistan'da yaşamış Türk halklarının dilleri ve kültürleri inceleniyor. Turfan yöresinde yapılan kazılar ve elde edilen ip uçları basım işinin Türkiye'de sanıldığı gibi, ilk defa Mainz'li Alman Johannes Gutenberg tarafından bulunmadığını buna karşılık M.S. 8. yüzyılda Doğu Türkistan'da bulunduğunu ortaya çıkarıyor.Bilimler Akademisi'nden Annamarie von Gabain'in incelemeleriyle Berlin'de değerlendirilen Doğu Türkistan baskı kitapları, Uygur ve eski Türk kültürünün örneklerini oluşturuyor ve “Turfan Araştırmaları” olarak anılıyor. Sekizinci yüzyılın ortalarında Kore ve Japonya'daki örnekleriyle benzerlik gösteren Turfan tahta baskılar 100.000'den çok örneği basılmış olan budist sutra resim ve metinleri gösteriyor. Eski Türkçe olan bu eşsiz güzellikteki baskılar Doğu Türkistan'ın Taklamakan Çölü çevresinde Tarım Irmağı, Aksu-Turfan şehirleri yörelerinde bulunuyor. Dini belgelerin, resmi evrakların, yıllık takvimlerin çoğunlukta olduğu binlerce kitap tahta oyma harf ve klişelerle basılarak geniş bir alana dağıtılmış bulunuyor. Berlin Brandenburg Bilimler Akademisi ilk baskı örneklerini topluyor ve araştırmaları yoğun olarak sürdürüyor.Ticaret yapmak ve İslamiyeti yaymak gayesiyle Semerkand ve diğer Orta Asya şehirlerine giden Müslüman-Arap tüccarlar kağıt kullanımını ve baskı tekniğini görerek memleketlerinde uygulamaya başladılar. Kuzey Afrika üzerinden İspanya'ya geçen ve devlet kuran Endülüs Emevileri de matbaa ve baskı tekniğini kullandılar. Bunlardan da ticaret ve ilim öğrenmek için Endülüs'e giden Avrupalılar öğrendiler. On dördüncü yüzyıldan itibaren Avrupa'da matbaa kullanılmaya başlandı. İlk zamanlar daha çok dini mahiyetteki resimler basıldı. 15. yüzyılın başlarında ise birkaç sayfalık küçük kitapçıklar basılmaya başlandı. 1423-37 seneleri arasında harflerin tek tek ağaçtan oyularak hazırlanmasına geçildi. Daha sonra metalden hazırlanan harflerle baskı yapıldı. Önce pirinç veya tunçtan bir dizi harf kalıbı hazırlandı. Sonra bu kalıplar, basılacak metni meydana getirecek şekilde kil veya kurşun gibi yumuşak bir metal matris üzerine tek tek vuruldu. Arkasından matrisin yüzeyine kurşun dökülerek klişe levha hazırlandı. Böylece Tipo baskı tekniğinde matbaa geliştirilmiş oldu.Yanlış olarak matbaayı keşfeden Avrupalı bilgin diye tanıtılan Johannes Gutenberg daha önceden bilinen baskı tekniğini biraz daha geliştirdi. Harfleri ve karakterleri tek tek dökerek hazırladı. Önce karakterin pirinç veya tunçtan kalıbını hazırladı. Kalıpların çevresine kurşun dökerek bir matris elde etti ve bunun üzerine kurşun kalay ve antimon karışımı bir alaşım dökerek karakterler elde etti.Altta sabit bir yatak ile üstte vidalı bir kol yardımıyla düşey olarak hareket eden bir kapaktan meydana gelen bir matbaa makinesi geliştirdi. Bu sistemde baskısı yapılacak klişe yataktaki metal bir çerçeveye tesbit ediliyor, mürekkepleniyor ve üstüne kağıt konuluyordu. Daha sonra kapak kağıdın üzerinden, merdane belli bir basınçla bastırılarak kağıt üzerine baskı gerçekleştiriliyordu. Bunu takiben Peter Schöffer 1475'te yumuşak metal kalıplar yerine çelik kalıpların kullanılması uygulamasını başlattı. Satırların düzgün bir biçimde dizilebildiği bakır klişelerin hazırlanmasını elverişli hale getirdi. Baskı makinesinin yatak bölümü de hareketli duruma getirilerek kağıt değiştirme, klişe mürekkepleme ve üst kapağa basınç uygulama işlemleri de kolaylaştırıldı.Matbaa ve baskı sistemlerinde zaman içinde yeni değişiklikler oldu. 1790'da İngiliz William Nicholson mürekkepleme işleminde deriyle kaplı merdane kullanımını başlattı. 1795'te ABD'li Samuel Rust tamamen çelikten yapılmış ve üstten vidayla sıkıştırılan matbaa makinesini geliştirdi. 1803'te Alman Friedrich Koenig buhar gücünden ve dişli çark sisteminden faydalanarak baskı kapağının inip kalkmasını, yatağın ileri geri hareketini ve klişenin merdanelerle mürekkeplenmesini tek bir mekanik hareket olarak birleştirdi. 1811'de yardımcısı Andreas Bauer ile birlikte baskı kapağının yerine, üzerine kağıt sarılı bobinlerin kullanımını başlatarak rotatif baskı sisteminin gelişmesinin ilk adımlarını attı. 1865'te ABD'li William Bullock tabaka yerine bobin kağıtlar kullanarak kağıt besleme işlerini devamlı kıldı. Daha sonra da otomatik katlama makinelerini geliştirerek basım işini hızlandırdı.On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılda matbaa makineleri ve baskı teknikleri hususunda büyük gelişmeler oldu. Tipo baskı sisteminin yanında tifdruk, rotogravür ve ofset teknikleri kullanıldı. Basımı yapılacak yazıların harf klişelerini tek tek dökerek dizen sıcak metal kullanan dizgi makinelerinin yerini çok hızlı optik usullerin kullanıldığı bilgisayarlı dizgi makineleri aldı. Bu sayede büyük okuyucu kitleleri olan gazeteler çoğaldı.Türkiye'de ilk matbaayı 1493'te İstanbul'da İspanya'dan göç eden Museviler kurdu. 1567'de Ermeniler, 1627'de Rumlar tarafından İstanbul'da matbaa açıldı. İlk Türk matbaası ise İbrahim Müteferrika tarafından 1727'de kuruldu. Geçimlerini kitap yazmakla kazanan bazı hattatlar, çıkarlarına ters düştüğü için matbaanın kurulmasına karşı çıktılar. Ancak Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi verdiği fetva ile matbaa kurmanın İslam dini açısından bir mani olmadığını bildirdi. Bununla ilgili olarak; Yenişehirli Abdullah Efendiye matbaa açmak kitap basmak hususunda şöyle soruldu: “Kitap basma sanatını iyi bildiğini söyleyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri, alet ilimleri kitaplarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp buradan kağıtların üzerine basarak bu kitapların benzerlerini elde ederim dese bu kimsenin böyle kitap basmasına dinimiz izin verir mi?” Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi cevabında; “Kitap basma sanatını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kağıtlara basmakla bu kitaptan az zamanda kolayca çok sayıda kitap elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebep oluyor. Faydalı bir iş olduğundan dinimiz bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitapta yazılı ilmi bilen birkaç kişi önce kitabı tashih etmelidir. Tashih ettikten sonra basılırsa güzel bir iş olur.” buyurdu.Yenişehirli Abdullah Efendinin bu fetvası İslam dininin ilme, tekniğe, fenne ve yeni teknolojik gelişmelere verdiği önemi ortaya koyduğu gibi“İslamiyet bizi geri bıraktı ilmi ve teknik gelişmelere mani oldu” diyerek gençliği tarihinden, dininden ve imanından soğutmak isteyenlerin çirkin iftiralarına cevap teşkil etmektedir.İbrahim Müteferrika tarafından kurulan ve “basmahane” diye anılan bu matbaada ilk olarak Vankulu Lügatı basıldı. Toplam 23 kitabın basıldığı bu matbaa 1794'te kapandı. 1795'te Hasköy'deki Mühendishanede ikinci bir matbaa kuruldu. Sultan Üçüncü Selim Han tarafından 1802'de Darü't-tıbaati'l-Cedide adıyla üçüncü bir matbaa kuruldu. Bu matbaa daha sonra Sultan İkinci Mahmud Han zamanında 1831'de Takvim-i Vekayi adlı resmi gazetesinin basılması için kurulan Takvimhane-i amire matbaasıyla birleşerek Matbaa-i amire adını aldı. Mısır'da kurulan Bulak Matbaası ve İstanbul'da kurulan Matbaa-i Bab-ı Hazret-i Seraskeriyye Matbaası, Maçka Mekteb-i Harbiye Matbaası, Ceridehane Matbaası, Mekteb-i Tıbbiyye-i Adliye Matbaasından başka yeni matbaalar da kuruldu.1860'tan sonra basım ve yayın çalışmaları daha da hız kazandığından 100'den fazla matbaa kuruldu. Bunu takip eden senelerde de matbaa kurma çalışmaları artarak devam etti. Dönemlere göre kurulan matbaa sayısı ise şöyledir; 1729-1875 arasında 151, 1876-1892 arasında 172, 1893-1907 arasında 199, 1908-1917 arasında 368.Osmanlı Devleti döneminde uzun yıllar hizmet vermiş olan Matbaa-i amire Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Milli Matbaa ve Devlet Matbaası adını alarak faaliyetini sürdürdü. 1 Kasım 1928'de yapılan harf inkılabından sonra matbaacılık bir bunalım dönemine girdi. Bazı matbaalar kapandı. Daha sonra İstanbul dışında Ankara, İzmir, Bursa ve Adana gibi şehirlerde çeşitli matbaalar açıldı. İlk zamanlar linotip, rotatif baskı tekniklerinin kullanıldığı matbaalarda 1950'li yılların sonunda tifdruk, 1960'lı yılların sonunda ise ofset baskı tekniğine geçildi. Çeşitli il ve ilçelerde kurulan matbaaların sayısı giderek arttı. Bugün ülkemizde pekçoğu en son teknik gelişmelere göre faaliyet gösteren 3000-4000 civarında matbaa bulunmaktadır (1993).
15 Haziran 2009 Pazartesi
Ofset nedir ?
Ofset baskı aynı zamanda bir düz baskı sistemidir. Dilimize Ingilizce OFF-SET kelimesinden geçmiştir. Matbaacılıkta "Boyanın kâgıttan önce kauçuk üzerine oturması" anlamında kullanılır. Baskı teknikleri arasında en yenisi, ofset baskı teknigidir. Bu teknik, Alois Senefelder'in 1799'da buldugu litografik baskı (taş baskı) tekniginin rafine edilmiş biçimidir. Litografi teknigi, su ile yagın birbirleriyle karışmaması ilkesine dayanır. Basılması istenen imge, yag esaslı bir mürekkep ile yüzeyi düzeltilmiş kireçtaşı üzerine çizilir. Daha sonra bir sünger yardımıyla su, arapzamkı ve asitten oluşan bir çözelti yüzeye uygulanır. Bu çözelti, imgenin bulunmadıgı yagsız yüzeyler tarafından emilirken, imgeyi oluşturan yag esaslı bölgeler tarafından reddedilir. Taş yüzeyine merdaneyle mürekkep verildiginde ise bunun tam tersi gerçekleşir. Bu kez, bünyesinde yag bulunan mürekkep, imgeyi oluşturan yüzeyler tarafından kabul edilirken, imgenin yer almadıgı yagsız yüzeyler tarafından reddedilir. Mürekkeplenen taşın üzerine kâgıt konur ve imge, bir pres yardımıyla kâgıt üzerine aktarılır. Ofset baskı kalıbının hazırlanmasındaki ilk aşama; orijinallerden elde edilen çizgisel ve yarım-ton pozitif filmlerin tasarımdaki konumlarına uygun olarak bir araya getirilmesi, yani montajıdır. Montaj aşamasında, basılacak işle ilgili en son düzeltmelerin yapılabilmesi amacıyla "Ozalit Kopya" hazırlanır. Ozalit kopya, astrolon üzerine hazırlanan montajdan alınır. Yazı, fotograf, illüstrasyon gibi bütün çizgisel ve yarım-ton unsurlar, ozalit üzerinde gerçek baskıya oldukça yakın bir görüntü oluştururlar. Gerekli düzeltmelerden sonra, hazırlanan montaj astrolonundan fotografik yöntemlerle baskı kalıbı üretilir. Alüminyum, paslanmaz çelik ya da özel olarak hazırlanmış kâgıtlardan yapılan baskı kalıbının üzeri fotograf kagıtlarının üzerinde bulunan emülsiyona benzeyen ışıga duyarlı bir madde ile kaplıdır. Montaj astrolonu, kalıpla üst üste gelecek biçimde kopyalama makinesine yerleştirilir ve aralarındaki hava vakumla boşaltılır. Montaj filminin bütün yüzeyi kalıba çakıştırıldıktan sonra, güçlü bir ışık kaynagı ile pozlandırma işlemine geçilir. Pozlanan kalıp daha sonra elle ya da otomatik makinelerle banyo edilir. Banyonun içindeki kimyasal maddeler, ışık alan bölgelerdeki emülsiyon tabakasını çözer. Özenli bir biçimde temizlenip, basınçlı su ile yıkanan kalıp yüzeyinde baskıya girecek bütün unsurlar kolayca algılanabilir. Özel kimyasal maddelerle gerekli rötuşlar yapıldıktan sonra kalıp baskıya hazır hale getirilir.Bütün bu işlemler sonucunda; kalıp yüzeyinde basılacak bölümler suyu reddedip mürekkebi kabul eden, diger bölümler ise suyu kabul edip, mürekkebi reddeden bir yapıya kavuşur. Ofset baskıda kalıptaki düz "şekiller" kauçuga ters olarak basılır. Kauçuktaki ters şekiller kâgıda düz olarak geçerler. Kauçuk yumuşak oldugu için hem kâgıdı zedelemez ve hem de tüm detayların kâgıda geçmesine katkıda bulunur. 1905 yılında Amerikalı RUBEL, taş baskıyı geliştirme amacıyla rotatif bir makine üstünde çalışırken tesadüfen ofset baskıyı bulmuştur. 1907 yılında Batı Almanya'da CASPAR HERMANN, ilk tabaka ofset ve rotatif ofset makine planlarını üç silindir sistemine göre hazırlamıştır. VOMAG, M.A.N. ve FRANKKENTHAL gibi Alman fabrikaları 1. Dünya savaşına kadar bu planlar uyarınca tabaka ve rotatif ofset baskı makinelerini imal ettiler. Ancak savaş çıkınca bu yöndeki gelişmeler durdu. Savaştan sonra çalışmalara yeniden başlandı. 1930 yıllarında makinelerin baskı hızı saatte 3000'e ulaştı. Bundan sonraki araştırmalar, makinelerin baskı hızını daha da arttırmak, emniyet ve kalite seviyesini yükseltmek amacına yönelik olmuştur. Ofset baskı sisteminin bulundugu yıllarda albümin kalıp kopya metodu ile çalışılmaktaydı. Henüz film icat edilmedigi için, cam negatif plakalardan çinkoya kopya alınırdı. 2. Dünya savaşından sonra reprodüksiyon filmi imalatı ve buna paralel olarak pozitif kalıp kopya sistemi geliştirildi ve yaygınlaştı. Kalıpların daha ince grenlenmesi, baskı makinelerin daha hassas çalışması, ofset baskı sisteminin kalitesini ve önemini artırmıştır. Günümüzde hemen hemen bütün gazeteler, dergiler, kitaplar vb. ofset teknigiyle basılmaktadır.
Bir Baskı Makinesının Hikayesi
Herkes Osmanlıya matbaanın İbrahim Müteferrika ile geldiğini, epey de geç kaldığını (200 yıl kadar) iddia eder. Bu doğru değildir. İlk baskı aracı IV.Murat'ın verdiği bir kararla, özel bir ticari elçi yollamak suretiyle ısmarlandı. 1639 yılında IV.Murat'ın emriyle Amsterdam'a varan Bünyamin Efendi tamtamına 1000 altın sayarak, çağın en iyi matbaa makinesini satın aldı, bir gemiye yükledi ve birlikte yola çıktı. Willem Janson Blaev üretimi olan bu baskı makinesi beklentilerinizin aksine demir değil ahşaptı. Daha çok bir işkence aletine benziyordu. Bundan dolayı ne gemiye yüklenirken, ne indirilirken, ne de ambarda hiç dikkat çekmemişti. IV.Murat'ın takipçisi Sultan İbrahim o günlerde artan iç huzursuzluklar için bir neden bulmaya çalışıyor ve bunları nasıl önleyeceğine dair varsayımlarda bulunuyordu.
Matbaa makinesi hakkında kendisinden buyruk istendiğinde eritilmesini! emir buyurdu. Kimse kalkıp makinenin ahşap olduğunu' tabii ki söylemedi. Ne fark edecekti ki, ha eritme ha yakma aynı sonuç. Dolayısı ile makine sarayın demircisine teslim edildi, ve yakılması emredildi. Demirci başı pek ilkel bulduğu, ahşap oluşu dolayısıyla acayip aşağıladığı bu aleti yakmadı, daha doğrusu yakamadı. Ticaret erbabı bir Yahudi, nereden duymuşsa duymuş makineden haberdar olmuş, 3 altına almak istemişti. 3 altın demircinin aylık kazancına yaklaşık eşit olduğundan demirci biraz düşünerek de olsa kabul etti. Yahudi hiç zorlanmadan makineyi 50 altına bir Cenevizli tüccara sattı. Ve Ceneviz ticaret gemisi yola çıktı. O sıralar ticari bağlar dolayısı ile Cenevizli ile Osmanlının arası iyi idi (Osmanlının malları taşındığı sürece). Böylece gemi bir hasara uğramadan İspanya'ya vasıl oldu. Burada indirilmesi gerekilen baskı makinesi, ambarda unutuldu ve o zamanlar yeni keşfedilmiş yeni kıta Amerika'ya doğru yola çıktı.
Uzun, eziyetli ve hastalıklarla dolu bir yolculuktan sonra, tayfalarının 2/3'ü vebadan kırılmış gemi önce Buones Aries'e vardı. Bu kent o günlerde kolonizmin en acımasız kurallarının işlediği bir ticaret (daha doğrusu sömürgenin sevkıyat) limanı idi. Buradan mal yükleyen gemi bu kez, İspanyanın diğer bir sömürgesi olan Şili'ye doğru yola çıktı. Magellan boğazından geçti, ve Archipielago de la Reina Adelaide' ye girdi. Adından da anlaşılacağı üzere bir sürü takım adadan oluşan bu bölgeden geçerken bir ambar denetiminde ikinci süvari tarafından fark edildi, bizim baskı makinesi. Ve kaptanın emri ile lüzumsuz yükten kurtulmak amacı ile takım adaların arasında orta halli bir ada olan `I Manuel Rodriguez' adasının koyunda erzak yükleme sırasında `Fortunata' gemisinin güvertesinden üç tayfa tarafından denize atıldı.
Ama bilin bakalım ne oldu? Ahşap olan matbaa makinesi bata çıka suların üzerinde kaldı ve sonunda sahile vurdu, yanında bir sandık dolusu hurufat ile birlikte.(1641) Her şey Jose Martinez'in, yani eski papaz yeni berberin, dükkanında her zamanki gibi bir şeylere kızıp, sinirini yenemeyip sakinleşmek amacı ile sahile, o küçük koya indiği gün başladı. Sinirli ve eleştirisel bir tabiatı vardı Jose Martinez'in. Zaten bundan dolayı da (kibarca) papazlıktan el çektirilmişti. Jose Martinez'in yorumuna göre tanrı nimetleri ortaya bırakmış, ancak bencil insanoğlu şeytanın da aldatısına uyarak hep ihtiyacından fazlasına el uzatmıştı. Bu bir dengesizlik yaratmış, fakir daha fakir zengin daha zengin olmuştu. Jose Martinez'e göre insan ne kadar zenginleştiyse o kadar tanrıdan uzaklaşmıştı. Ancak kendisini püritanlardan ayıran temel özellik Martinez'in bunun tersine de karşı çıkması idi. Yani hakkı alınan fakir kişiler sessiz kalmak ile tanrının kendilerine sunduğu nimeti beğenmemekte, uğruna savaşılmaya değer bulmamakta, tanrıya hakaret etmekte idiler.
Gerçek Hıristiyan, fazla malı varsa ortaya vermeli, az malı varsa ortadan ihtiyacı kadar almalı idi. Jose Martinez 1641 yılının o yaz günü denizin kıyısında (her zaman yaptığı gibi) hızlı hızlı gezinirken o garip ahşap masaya benzer şeyi gördü. Yakınına gidip inceledi ve ne olduğunu anlayamadı. Tepeden tırnağa bir ürperdi: `engizisyon' diye düşündü. Güneş batıyordu. Sandığa yaklaştı, kilit yoktu, yerine bir demir nal geçirilmişti, nalı çıkardı, sandığı açtı. İçinde bir sürü ahşap süslü şekil ve harf çıktı. Aslında ters olduklarını anlaması biraz sürdü. Ancak avucunda sıkarken yaptığı şekli görünce her şeyi anladı. Kasabaya, dükkanının olduğu yere koştu ve yardım istedi.
Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 5-6 kişi kıyıya vardıklarında bir an durdular. Hiç tanımadıkları garip bir şey kumsalda yatıyordu. Jose Martinez `hadi' diye bağırdı, koştu. Bir çırpıda, sanki birileri kapıp kaçacakmış gibi, bulduklarını berber dükkanına taşıdılar. Bunu izleyen günlerde Jose Martinez aleti anlamaya çalıştı. Kurdu, yağladı. Bazı baskı denemeleri yapmaya başladı. Ancak iki temel sorunu vardı. Mürekkep ve kağıt. Mürekkep göreceli olarak daha kolay bulunuyordu. Ancak kağıt yalvar yakar bulunan bir iki sayfadan öteye geçemedi. Aradan bir yıl geçti. Bu bir yıl boyunca Jose Martinez gevezelik boyutuna vardırdığı konuşmalarla herkese kağıt hakkında bilgi sordu. Sonunda yanıt bir gemiciden geldi. Uzak doğuya yapılan bir seferin dönüşünde kağıt da taşımışlardı.
Yüklemeyi yaptıkları kağıt imalathanesinde genç kızların büyük eleklere peltemsi bir şey koyduklarını, dikkatlice bir ileri bir geri salladıklarını, sonunda ince eleğin üzerinde yumuşakça bir katmanın kaldığını, bunun biraz bekletildikten sonra elekten alındığını, oluşan şeyin ıslak kağıt olduğunu, asılmak sureti ile kurutulduğunu anlattı. Ne kadar sıkıştırdıysa da denizci peltenin ne olduğunu söyleyemedi. Ancak eski papaz yeni berber bir yıl boyunca akıllıca her yolu denedi ve az buçuk işe yarar bir pelte imal etti. Çok ince çektiği kuru odunu bir hafta boyunca adanın içlerindeki gölün kıyısında bulduğu ve ıslanınca kayganlaşıp eli tahriş eden o ağartıcı beyaz madde ile kaynatıyor, daha sonra içine bir miktar sirke ve nişasta katıyor, kaynatmaya devam ediyordu. Sonunda başardı. Elde ettiği pelte gerçekten de tarif edildiği gibi eleğin üzerinde ince bir katman olarak kalıyordu. Eleği sallamak ise ayrı bir hünerdi.
Sağlam çıkanlar kurutuluyor ve özenle istifleniyordu. Bozuklar yeniden kazana dönüyordu. İmal ettiği kağıt biraz kabaydı. Ama o çağda bu kadarı kesinlikle başarı sayılırdı. Jose Martinez tabii ki bütün bu emeği boşuna harcamıyordu. Bir amacı vardı. Gayet iyi biliyordu ki, yalnızca berber koltuğuna oturttuğu kişilerle gevezelik etmek sureti ile fikirlerini yayamaz, insanları ikna edemez. Bundaki en önemli etmen insanların berbere tıraş olmak ve bir anlamda zaman geçirecek boş konuşmalar yapmak veya başka şeyler düşünüp söylenenleri algılamadan kafa sallamak için geliyor olmaları idi. Oysa kiliseye geldiklerinde hiç de öyle olmazdı. Jose Martinez konuşmalarının sonunda insanların aklında soru işaretleri uyandırdığını kiliseden ayrılırkenki düşünceli yüzlerden anlıyordu. Ayrıca etkinliğinin kanıtı da ortadaydı: işte onu papazlıktan ayrılmak zorunda bırakmışlardı. Etkinliği olmasa bunu neden yapsınlardı ki? Bir yandan kağıt imal ederken bir yandan basacaklarını tasarlıyordu. İnsanlara gündelik yaşamları hakkında, olan bitenler hakkında bilgi vermek gerek, ayrıca bir yandan da kutsal kitabın sözlerinin derin anlamını açıklamak gerek, diye düşünüyordu. Gündelik şeylerden söz edilecekse bu kitap gibi bir şey olamazdı, ayrıca buna kağıt da yetmezdi. Basit tek yapraklık bir şey olmalıydı. Jose Martinez yapmak istediği şeye ne diyeceğini adlandıramıyordu. Hiç bunun örneğini görmemişti ki. Yazılı şeyleri düşündü, gözünün önüne getirdi. Hepsinin bir başlığı vardı, hatta kitapların adı vardı. En sonunda tek yapraklık baskısına bir ad buldu.
LOS HECHOS DEBOJO DE LA CUPULA `Kubbenin Altındaki Gerçekler' Baskı makinesini bulduğunun üzerinden 14 ay geçmişti. Ve her şey hazırdı. İlk sayısını büyük bir özenle baskıya hazırladı. Şimdiki kavramı ile `manşet' diyeceğimiz yerde İncilin Yaratılış bölümü bab 1 den alınma Latince şu cümle yer alıyordu.
``Et creavit Deus hominem ad imaginem suam ad imaginem Dei creavit illum masculum et feminam creavit eos''
``Ve Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı, kendi görüntüsünde Tanrı kendisini; erkek ve dişiyi yarattı''
Bu cümle belki de onu tüm İncil'de en fazla etkileyendi. Tanrısal olmak, onun gücünü paylaşmak. Bu başlığın altında kendi görüşleri doğrultusunda bunun yorumu vardı. Gittikçe artan bir coşku ile tüy kalemi kağıdın üzerinde sözcükleri şekillendirmiş, sonra bir defa bile gözden geçirmeye gerek duymaksızın, güvenle yazıyı dizmişti. Yazı özetle, bu cümleden hareket edip, Tanrıyı anlamanın kendimizi anlamaktan geçeceğini irdeliyordu. Bu arada dikkatlice `şeytan' bağlantısını da yapmış böylece okuyanların her türlü aptallığı ve kötülüğü tanrının özelliği gibi algılamasına da kendince engel olmuştu. Ancak vurguladığı bir nokta onu epey düşündürdü. Jose Martinez ``İnsanın doğuştan iyi ve günahsız olduğuna'' inanıyordu. Bu Vatikan öğretisine tersti. Umarım başım bundan belaya girmez' diye düşündü ve baskıya geçti. Tam 256 adet bastı.
Bunları teker teker kuruttu. Çırağı ile tek tek ada merkezindeki bütün evlere dağıttı, bedava olduğunu vurgulatmayı da unutmadı. Gelişen günlerde yazılarını daha da geliştirdi. Artık İncil alıntıları ve açıklamaları yanında ahlaki öykülere de yer veriyor, tarihsel olaylardan söz ediyordu. Arkadaşı Garcia Guerra'nin kitabı ``Sucesos de Fray'' dan alıntı öyküler ve en önemlisi kıta Avrupa'sında din çevrelerinde ciddi tartışmalara neden olan Gaspar de Villarroel'in ``Historia sagradas y eclesiasticas Morales'' komik anlatımlı kurgu-tarihsel öykülerini özenle kendi yorumunu da altına ekleyerek basıyordu. Bir şeyin farkına vardı ki bu da ilgiyi sürekli sıcak tutmak için öyküleri bölerek yayınlamanın gerekliliğiydi. Kahramanın (çoğunlukla ahlaki olan) karar vermelerinden önce öyküyü kesiyor, bir sonraki sayıda bununla devam ediyordu. Böylece akşamları yapacak şeyi pek olmadığından canı sıkılan ada ahalisine de sohbet konusu doğuyordu. Meyhanelerde sıkı tartışmalar olmaya başlamıştı, akşam üzerleri.
Tarihi kahraman sevdiği kadın uğruna karısını terk etmeli miydi? Evlilik yaşam boyu verilmiş bir sözdü! Hayır-kahraman eski Yunanda yaşıyordu, onlar Hıristiyan değildi ve bu onlar için geçerli olmayabilirdi... İnsanlar ilk kez yazının soğuk yönetim duyuruları dışında da kullanılabildiğinin farkına vardılar. Yazı ile öyküler anlatılıyordu, yeni öyküler, kendilerini kahramanlarının yerine koymak için can attıkları yürekte taze bir heyecanla okunan öyküler. Jose Martinez zeki bir adamdı. Yavaş yavaş öykü ve tarihsel anlatımlarla insanların heyecan, merak ve hayal kurma duygularını gıcıklıyor, bir yandan da (papaz alışkanlığı ile) her öyküde bir ana fikir bulunması, bir sentez oluşturulması çabası gösteriyordu. Tabii ki kendi düşüncelerinin doğrultusunda bir sentezdi bu. Günler geçtikçe öyküler kişisel olmaktan çıkıp toplumsal olmaya başladı. Artık öyküleri de kendisi yazıyordu. Bir yazdığı öyküde kendi safahatı için ağır vergi koyan bir krala karşı direnen bir köyün öyküsünü anlatıyor, direnme diğer köylere yayılıyor sonra da köylüler ayaklanıp kralı alaşağı ediyorlar ve hatta `şeytan def etme' işlemine tabi tutuyorlar.
Öykü bekleyeceğiniz üzere İncil'den alınan cümlelerle süslenmişti. O sakin I Manuel Rodriguez adasında ufak ufak bir şeyler olmaya başladı. İlk olay valinin duyurularının asıldığı direkteki `Pazar yerinde oluşacak belirli bir miktarın üzerindeki alışverişlerden yönetimin vergi payı alacağına dair' duyurunun üzerine geceleyin hain ellerce manda pisliği bulaştırılması oldu. Bu adadaki ilk protesto eylemi idi. Adanın halim selim valisi ertesi gün yapılan yortu şenliğindeki konuşmasını fırsat bilip, adadaki huzurdan söz etti, herkesin kardeşçe yaşamasından, tanrısal kaderden söz etti. Adanın yeni papazı da herkesi kutsadı, bedava şarap dağıtıldı. İkinci olay gemilere yük yüklenmesi ile ilgili çıktı. Yönetimin onayladığı yük taşıma tarifesini az bulan taşıyıcılar yüklemeleri yapmadılar. Yapmaya hazır olan daha fakir `grev kırıcılarını' da bir güzel dövdüler. Askerler olaya el koydu, elebaşılar derdest edip götürüldü. Tutuklandığında sırtına yaralı bir arkadaşı yüklenilip götürülen eylemcilerden birinin geride kalan arkadaşlarına, bir tarihi kahraman edasıyla : ''Tanrının oğlunu kendi kendilerine çarmıha geriyorlar.'' diye seslendiği duyuldu. Bu olayı irili ufaklı başka eylemler izledi. Yönetim (biraz geç de olsa) bir şeyler yapmak kararına vardı. Vali Juan Goytisolo'nun yardımcısı Rey Creer, valinin tersine radikal ve girişken bir karaktere sahipti. Jose Martinez'in bir şeyler basmasını, ada ahalisinin bunları okumasını yasaklayacaktı. Gerekçe de yüzyıllar boyu aynı kalmış olan gerekçe: Huzursuzluğa neden olmak... karışıklık çıkarmak... vs. Nitekim Juan Goytisolo bu kolay çözüm tuzağına düşmeyecek bilgelikte bir kişi idi. Basitçe `Olmaz' dedi. `Şiddet' yoluyla olmaz.
Ancak ortalıkta hep Juan Goytisimo'nun pek tekin olmadığına dair söylentiler dolaşır dururdu. `Herhalde kraliyet ile olan kan bağından olsa gerek', diye düşündü. Ama çekinmeden de edemedi. Aklına türlü çeşitli yollar geliyordu, örneğin para ile Jose Martinez'i satın almaya çalışmak, kağıtlarını yakmak (yok, yok bu olmazdı... şiddet kullanmayacaktı), kağıtların hepsini satın almak, benzer bir yayın çıkarmak, kilisede eski papazı yeni papaza eleştirtmek, hatta bunu açık bir forum halinde yapmak, her gün askeri birliğin erlerini tıraş olmaya yollamak ki böylece Jose Martinez'in hiç boş zamanı kalmasın. Tüm bu fikirlerini kendisi çürütüyordu. Jose Martinez bir inanç adamıydı satın alınamazdı, bunu biliyordu, kağıtlarını da satacak kadar aptal değildi. Sabah ilk iş olarak valinin yanına çıktı. Durumu dürüstçe anlattı. Aklına gelen fikirleri kendi eleştirileri ile birlikte ortaya koydu. Bitirince uzunca bir sessizlik oldu. Vali `öyle bir şey olmalı ki insanlar kendi istekleri ile vazgeçmeliler, hatta daha iyisi değer vermemeliler artık' dedi. Bu son cümle ile vali yardımcısı Rey Creer'in beyninde bir şimşek çaktı. Takip eden günlerde yönetim duyurularının asıldığı yerde düzenli bir bilgi ve dikkat yarışması düzenleneceği duyurusu asıldı. Her hafta yüklüce bir miktar, ödül olarak verilecekti. Bu miktar bir adalının yaklaşık 6 aylık gelirine eşitti ve azımsanacak gibi değildi.
İlk soru 1643 yılının Ocak ayında duyuru direğine asıldı: - Geçen yortu töreninde sayın vali kaç kadeh şarap içmişti? - Geçen hafta ada açıklarından kaç adet 5 direkli gemi geçti? - Geçen yıl adamıza da gelen gezici eğlence gurubunun en genç kadın artistinin köpeğinin adı ne idi? - Adamızda kaç koyun var? Tabii beklediğiniz şey oldu.
Tüm adalı zamanını aval aval oraya buraya bakınmayla, otistikler gibi düğme, merdiven basamağı, varil saymayla, her türlü lüzumsuz bilgiyi ve gözlemi edinmeyle geçirmeye başladı. Böylece Rey Creer amacına ulaşmış oldu. Jose Martinez ise inatla baskı makinesi ve İncil yorumları ile uğraşmayı sürdürdü. `Delalet içindeki kavmin Öyküsü'nü yazdı. Kimse berber koltuğunda artık ona kulak bile vermediğinden, ve insanlar kibarca, dağıttığı kağıtların üzerine acaba bir şey basmadan verebilir mi? diye rica ettiklerinden (not almak için daha fazla yere ihtiyaç varmış), biraz küstü. Ama savaşçı ruhundan bir şey kaybetmeden o günlerin de geçeceğine ve insanların onun anladığı biçimde `hak yoluna' ereceklerine inanmaya devam etti. 1661 yılında, gözleri görmez oldu, artık okuyamıyor, yazamıyordu. 1664 yılında öldü.
Matbaa makinesi hakkında kendisinden buyruk istendiğinde eritilmesini! emir buyurdu. Kimse kalkıp makinenin ahşap olduğunu' tabii ki söylemedi. Ne fark edecekti ki, ha eritme ha yakma aynı sonuç. Dolayısı ile makine sarayın demircisine teslim edildi, ve yakılması emredildi. Demirci başı pek ilkel bulduğu, ahşap oluşu dolayısıyla acayip aşağıladığı bu aleti yakmadı, daha doğrusu yakamadı. Ticaret erbabı bir Yahudi, nereden duymuşsa duymuş makineden haberdar olmuş, 3 altına almak istemişti. 3 altın demircinin aylık kazancına yaklaşık eşit olduğundan demirci biraz düşünerek de olsa kabul etti. Yahudi hiç zorlanmadan makineyi 50 altına bir Cenevizli tüccara sattı. Ve Ceneviz ticaret gemisi yola çıktı. O sıralar ticari bağlar dolayısı ile Cenevizli ile Osmanlının arası iyi idi (Osmanlının malları taşındığı sürece). Böylece gemi bir hasara uğramadan İspanya'ya vasıl oldu. Burada indirilmesi gerekilen baskı makinesi, ambarda unutuldu ve o zamanlar yeni keşfedilmiş yeni kıta Amerika'ya doğru yola çıktı.
Uzun, eziyetli ve hastalıklarla dolu bir yolculuktan sonra, tayfalarının 2/3'ü vebadan kırılmış gemi önce Buones Aries'e vardı. Bu kent o günlerde kolonizmin en acımasız kurallarının işlediği bir ticaret (daha doğrusu sömürgenin sevkıyat) limanı idi. Buradan mal yükleyen gemi bu kez, İspanyanın diğer bir sömürgesi olan Şili'ye doğru yola çıktı. Magellan boğazından geçti, ve Archipielago de la Reina Adelaide' ye girdi. Adından da anlaşılacağı üzere bir sürü takım adadan oluşan bu bölgeden geçerken bir ambar denetiminde ikinci süvari tarafından fark edildi, bizim baskı makinesi. Ve kaptanın emri ile lüzumsuz yükten kurtulmak amacı ile takım adaların arasında orta halli bir ada olan `I Manuel Rodriguez' adasının koyunda erzak yükleme sırasında `Fortunata' gemisinin güvertesinden üç tayfa tarafından denize atıldı.
Ama bilin bakalım ne oldu? Ahşap olan matbaa makinesi bata çıka suların üzerinde kaldı ve sonunda sahile vurdu, yanında bir sandık dolusu hurufat ile birlikte.(1641) Her şey Jose Martinez'in, yani eski papaz yeni berberin, dükkanında her zamanki gibi bir şeylere kızıp, sinirini yenemeyip sakinleşmek amacı ile sahile, o küçük koya indiği gün başladı. Sinirli ve eleştirisel bir tabiatı vardı Jose Martinez'in. Zaten bundan dolayı da (kibarca) papazlıktan el çektirilmişti. Jose Martinez'in yorumuna göre tanrı nimetleri ortaya bırakmış, ancak bencil insanoğlu şeytanın da aldatısına uyarak hep ihtiyacından fazlasına el uzatmıştı. Bu bir dengesizlik yaratmış, fakir daha fakir zengin daha zengin olmuştu. Jose Martinez'e göre insan ne kadar zenginleştiyse o kadar tanrıdan uzaklaşmıştı. Ancak kendisini püritanlardan ayıran temel özellik Martinez'in bunun tersine de karşı çıkması idi. Yani hakkı alınan fakir kişiler sessiz kalmak ile tanrının kendilerine sunduğu nimeti beğenmemekte, uğruna savaşılmaya değer bulmamakta, tanrıya hakaret etmekte idiler.
Gerçek Hıristiyan, fazla malı varsa ortaya vermeli, az malı varsa ortadan ihtiyacı kadar almalı idi. Jose Martinez 1641 yılının o yaz günü denizin kıyısında (her zaman yaptığı gibi) hızlı hızlı gezinirken o garip ahşap masaya benzer şeyi gördü. Yakınına gidip inceledi ve ne olduğunu anlayamadı. Tepeden tırnağa bir ürperdi: `engizisyon' diye düşündü. Güneş batıyordu. Sandığa yaklaştı, kilit yoktu, yerine bir demir nal geçirilmişti, nalı çıkardı, sandığı açtı. İçinde bir sürü ahşap süslü şekil ve harf çıktı. Aslında ters olduklarını anlaması biraz sürdü. Ancak avucunda sıkarken yaptığı şekli görünce her şeyi anladı. Kasabaya, dükkanının olduğu yere koştu ve yardım istedi.
Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 5-6 kişi kıyıya vardıklarında bir an durdular. Hiç tanımadıkları garip bir şey kumsalda yatıyordu. Jose Martinez `hadi' diye bağırdı, koştu. Bir çırpıda, sanki birileri kapıp kaçacakmış gibi, bulduklarını berber dükkanına taşıdılar. Bunu izleyen günlerde Jose Martinez aleti anlamaya çalıştı. Kurdu, yağladı. Bazı baskı denemeleri yapmaya başladı. Ancak iki temel sorunu vardı. Mürekkep ve kağıt. Mürekkep göreceli olarak daha kolay bulunuyordu. Ancak kağıt yalvar yakar bulunan bir iki sayfadan öteye geçemedi. Aradan bir yıl geçti. Bu bir yıl boyunca Jose Martinez gevezelik boyutuna vardırdığı konuşmalarla herkese kağıt hakkında bilgi sordu. Sonunda yanıt bir gemiciden geldi. Uzak doğuya yapılan bir seferin dönüşünde kağıt da taşımışlardı.
Yüklemeyi yaptıkları kağıt imalathanesinde genç kızların büyük eleklere peltemsi bir şey koyduklarını, dikkatlice bir ileri bir geri salladıklarını, sonunda ince eleğin üzerinde yumuşakça bir katmanın kaldığını, bunun biraz bekletildikten sonra elekten alındığını, oluşan şeyin ıslak kağıt olduğunu, asılmak sureti ile kurutulduğunu anlattı. Ne kadar sıkıştırdıysa da denizci peltenin ne olduğunu söyleyemedi. Ancak eski papaz yeni berber bir yıl boyunca akıllıca her yolu denedi ve az buçuk işe yarar bir pelte imal etti. Çok ince çektiği kuru odunu bir hafta boyunca adanın içlerindeki gölün kıyısında bulduğu ve ıslanınca kayganlaşıp eli tahriş eden o ağartıcı beyaz madde ile kaynatıyor, daha sonra içine bir miktar sirke ve nişasta katıyor, kaynatmaya devam ediyordu. Sonunda başardı. Elde ettiği pelte gerçekten de tarif edildiği gibi eleğin üzerinde ince bir katman olarak kalıyordu. Eleği sallamak ise ayrı bir hünerdi.
Sağlam çıkanlar kurutuluyor ve özenle istifleniyordu. Bozuklar yeniden kazana dönüyordu. İmal ettiği kağıt biraz kabaydı. Ama o çağda bu kadarı kesinlikle başarı sayılırdı. Jose Martinez tabii ki bütün bu emeği boşuna harcamıyordu. Bir amacı vardı. Gayet iyi biliyordu ki, yalnızca berber koltuğuna oturttuğu kişilerle gevezelik etmek sureti ile fikirlerini yayamaz, insanları ikna edemez. Bundaki en önemli etmen insanların berbere tıraş olmak ve bir anlamda zaman geçirecek boş konuşmalar yapmak veya başka şeyler düşünüp söylenenleri algılamadan kafa sallamak için geliyor olmaları idi. Oysa kiliseye geldiklerinde hiç de öyle olmazdı. Jose Martinez konuşmalarının sonunda insanların aklında soru işaretleri uyandırdığını kiliseden ayrılırkenki düşünceli yüzlerden anlıyordu. Ayrıca etkinliğinin kanıtı da ortadaydı: işte onu papazlıktan ayrılmak zorunda bırakmışlardı. Etkinliği olmasa bunu neden yapsınlardı ki? Bir yandan kağıt imal ederken bir yandan basacaklarını tasarlıyordu. İnsanlara gündelik yaşamları hakkında, olan bitenler hakkında bilgi vermek gerek, ayrıca bir yandan da kutsal kitabın sözlerinin derin anlamını açıklamak gerek, diye düşünüyordu. Gündelik şeylerden söz edilecekse bu kitap gibi bir şey olamazdı, ayrıca buna kağıt da yetmezdi. Basit tek yapraklık bir şey olmalıydı. Jose Martinez yapmak istediği şeye ne diyeceğini adlandıramıyordu. Hiç bunun örneğini görmemişti ki. Yazılı şeyleri düşündü, gözünün önüne getirdi. Hepsinin bir başlığı vardı, hatta kitapların adı vardı. En sonunda tek yapraklık baskısına bir ad buldu.
LOS HECHOS DEBOJO DE LA CUPULA `Kubbenin Altındaki Gerçekler' Baskı makinesini bulduğunun üzerinden 14 ay geçmişti. Ve her şey hazırdı. İlk sayısını büyük bir özenle baskıya hazırladı. Şimdiki kavramı ile `manşet' diyeceğimiz yerde İncilin Yaratılış bölümü bab 1 den alınma Latince şu cümle yer alıyordu.
``Et creavit Deus hominem ad imaginem suam ad imaginem Dei creavit illum masculum et feminam creavit eos''
``Ve Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı, kendi görüntüsünde Tanrı kendisini; erkek ve dişiyi yarattı''
Bu cümle belki de onu tüm İncil'de en fazla etkileyendi. Tanrısal olmak, onun gücünü paylaşmak. Bu başlığın altında kendi görüşleri doğrultusunda bunun yorumu vardı. Gittikçe artan bir coşku ile tüy kalemi kağıdın üzerinde sözcükleri şekillendirmiş, sonra bir defa bile gözden geçirmeye gerek duymaksızın, güvenle yazıyı dizmişti. Yazı özetle, bu cümleden hareket edip, Tanrıyı anlamanın kendimizi anlamaktan geçeceğini irdeliyordu. Bu arada dikkatlice `şeytan' bağlantısını da yapmış böylece okuyanların her türlü aptallığı ve kötülüğü tanrının özelliği gibi algılamasına da kendince engel olmuştu. Ancak vurguladığı bir nokta onu epey düşündürdü. Jose Martinez ``İnsanın doğuştan iyi ve günahsız olduğuna'' inanıyordu. Bu Vatikan öğretisine tersti. Umarım başım bundan belaya girmez' diye düşündü ve baskıya geçti. Tam 256 adet bastı.
Bunları teker teker kuruttu. Çırağı ile tek tek ada merkezindeki bütün evlere dağıttı, bedava olduğunu vurgulatmayı da unutmadı. Gelişen günlerde yazılarını daha da geliştirdi. Artık İncil alıntıları ve açıklamaları yanında ahlaki öykülere de yer veriyor, tarihsel olaylardan söz ediyordu. Arkadaşı Garcia Guerra'nin kitabı ``Sucesos de Fray'' dan alıntı öyküler ve en önemlisi kıta Avrupa'sında din çevrelerinde ciddi tartışmalara neden olan Gaspar de Villarroel'in ``Historia sagradas y eclesiasticas Morales'' komik anlatımlı kurgu-tarihsel öykülerini özenle kendi yorumunu da altına ekleyerek basıyordu. Bir şeyin farkına vardı ki bu da ilgiyi sürekli sıcak tutmak için öyküleri bölerek yayınlamanın gerekliliğiydi. Kahramanın (çoğunlukla ahlaki olan) karar vermelerinden önce öyküyü kesiyor, bir sonraki sayıda bununla devam ediyordu. Böylece akşamları yapacak şeyi pek olmadığından canı sıkılan ada ahalisine de sohbet konusu doğuyordu. Meyhanelerde sıkı tartışmalar olmaya başlamıştı, akşam üzerleri.
Tarihi kahraman sevdiği kadın uğruna karısını terk etmeli miydi? Evlilik yaşam boyu verilmiş bir sözdü! Hayır-kahraman eski Yunanda yaşıyordu, onlar Hıristiyan değildi ve bu onlar için geçerli olmayabilirdi... İnsanlar ilk kez yazının soğuk yönetim duyuruları dışında da kullanılabildiğinin farkına vardılar. Yazı ile öyküler anlatılıyordu, yeni öyküler, kendilerini kahramanlarının yerine koymak için can attıkları yürekte taze bir heyecanla okunan öyküler. Jose Martinez zeki bir adamdı. Yavaş yavaş öykü ve tarihsel anlatımlarla insanların heyecan, merak ve hayal kurma duygularını gıcıklıyor, bir yandan da (papaz alışkanlığı ile) her öyküde bir ana fikir bulunması, bir sentez oluşturulması çabası gösteriyordu. Tabii ki kendi düşüncelerinin doğrultusunda bir sentezdi bu. Günler geçtikçe öyküler kişisel olmaktan çıkıp toplumsal olmaya başladı. Artık öyküleri de kendisi yazıyordu. Bir yazdığı öyküde kendi safahatı için ağır vergi koyan bir krala karşı direnen bir köyün öyküsünü anlatıyor, direnme diğer köylere yayılıyor sonra da köylüler ayaklanıp kralı alaşağı ediyorlar ve hatta `şeytan def etme' işlemine tabi tutuyorlar.
Öykü bekleyeceğiniz üzere İncil'den alınan cümlelerle süslenmişti. O sakin I Manuel Rodriguez adasında ufak ufak bir şeyler olmaya başladı. İlk olay valinin duyurularının asıldığı direkteki `Pazar yerinde oluşacak belirli bir miktarın üzerindeki alışverişlerden yönetimin vergi payı alacağına dair' duyurunun üzerine geceleyin hain ellerce manda pisliği bulaştırılması oldu. Bu adadaki ilk protesto eylemi idi. Adanın halim selim valisi ertesi gün yapılan yortu şenliğindeki konuşmasını fırsat bilip, adadaki huzurdan söz etti, herkesin kardeşçe yaşamasından, tanrısal kaderden söz etti. Adanın yeni papazı da herkesi kutsadı, bedava şarap dağıtıldı. İkinci olay gemilere yük yüklenmesi ile ilgili çıktı. Yönetimin onayladığı yük taşıma tarifesini az bulan taşıyıcılar yüklemeleri yapmadılar. Yapmaya hazır olan daha fakir `grev kırıcılarını' da bir güzel dövdüler. Askerler olaya el koydu, elebaşılar derdest edip götürüldü. Tutuklandığında sırtına yaralı bir arkadaşı yüklenilip götürülen eylemcilerden birinin geride kalan arkadaşlarına, bir tarihi kahraman edasıyla : ''Tanrının oğlunu kendi kendilerine çarmıha geriyorlar.'' diye seslendiği duyuldu. Bu olayı irili ufaklı başka eylemler izledi. Yönetim (biraz geç de olsa) bir şeyler yapmak kararına vardı. Vali Juan Goytisolo'nun yardımcısı Rey Creer, valinin tersine radikal ve girişken bir karaktere sahipti. Jose Martinez'in bir şeyler basmasını, ada ahalisinin bunları okumasını yasaklayacaktı. Gerekçe de yüzyıllar boyu aynı kalmış olan gerekçe: Huzursuzluğa neden olmak... karışıklık çıkarmak... vs. Nitekim Juan Goytisolo bu kolay çözüm tuzağına düşmeyecek bilgelikte bir kişi idi. Basitçe `Olmaz' dedi. `Şiddet' yoluyla olmaz.
Ancak ortalıkta hep Juan Goytisimo'nun pek tekin olmadığına dair söylentiler dolaşır dururdu. `Herhalde kraliyet ile olan kan bağından olsa gerek', diye düşündü. Ama çekinmeden de edemedi. Aklına türlü çeşitli yollar geliyordu, örneğin para ile Jose Martinez'i satın almaya çalışmak, kağıtlarını yakmak (yok, yok bu olmazdı... şiddet kullanmayacaktı), kağıtların hepsini satın almak, benzer bir yayın çıkarmak, kilisede eski papazı yeni papaza eleştirtmek, hatta bunu açık bir forum halinde yapmak, her gün askeri birliğin erlerini tıraş olmaya yollamak ki böylece Jose Martinez'in hiç boş zamanı kalmasın. Tüm bu fikirlerini kendisi çürütüyordu. Jose Martinez bir inanç adamıydı satın alınamazdı, bunu biliyordu, kağıtlarını da satacak kadar aptal değildi. Sabah ilk iş olarak valinin yanına çıktı. Durumu dürüstçe anlattı. Aklına gelen fikirleri kendi eleştirileri ile birlikte ortaya koydu. Bitirince uzunca bir sessizlik oldu. Vali `öyle bir şey olmalı ki insanlar kendi istekleri ile vazgeçmeliler, hatta daha iyisi değer vermemeliler artık' dedi. Bu son cümle ile vali yardımcısı Rey Creer'in beyninde bir şimşek çaktı. Takip eden günlerde yönetim duyurularının asıldığı yerde düzenli bir bilgi ve dikkat yarışması düzenleneceği duyurusu asıldı. Her hafta yüklüce bir miktar, ödül olarak verilecekti. Bu miktar bir adalının yaklaşık 6 aylık gelirine eşitti ve azımsanacak gibi değildi.
İlk soru 1643 yılının Ocak ayında duyuru direğine asıldı: - Geçen yortu töreninde sayın vali kaç kadeh şarap içmişti? - Geçen hafta ada açıklarından kaç adet 5 direkli gemi geçti? - Geçen yıl adamıza da gelen gezici eğlence gurubunun en genç kadın artistinin köpeğinin adı ne idi? - Adamızda kaç koyun var? Tabii beklediğiniz şey oldu.
Tüm adalı zamanını aval aval oraya buraya bakınmayla, otistikler gibi düğme, merdiven basamağı, varil saymayla, her türlü lüzumsuz bilgiyi ve gözlemi edinmeyle geçirmeye başladı. Böylece Rey Creer amacına ulaşmış oldu. Jose Martinez ise inatla baskı makinesi ve İncil yorumları ile uğraşmayı sürdürdü. `Delalet içindeki kavmin Öyküsü'nü yazdı. Kimse berber koltuğunda artık ona kulak bile vermediğinden, ve insanlar kibarca, dağıttığı kağıtların üzerine acaba bir şey basmadan verebilir mi? diye rica ettiklerinden (not almak için daha fazla yere ihtiyaç varmış), biraz küstü. Ama savaşçı ruhundan bir şey kaybetmeden o günlerin de geçeceğine ve insanların onun anladığı biçimde `hak yoluna' ereceklerine inanmaya devam etti. 1661 yılında, gözleri görmez oldu, artık okuyamıyor, yazamıyordu. 1664 yılında öldü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)